Yazmam böyle yazı normalde ama…
Farz oldu artık!
Yirmi yıldır futbol takip ederim. Böyle şey görmedim.
Çok “şey” gördüm elbette. Çok da milli maç gördüm. Sürpriz sonuçlar da gördüm. Ama sürpriz sonuçların çoğu hep aleyhimize oldu. Son dakikalarda goller yedik. Bir gol yiyip dağıldık gittik. Bir sürü gol kaçırıp, bir tane yiyip elendik. En kral savunma oyuncularımız en olmadık hataları yaptılar. Kendi kalemize en kritik anlarda goller attık…
Şanssızlık da vardı elbette işin içinde. Şu son üç maçta olanlarda da şans vardı mutlaka. Ama olan bitenin tamamını şans faktörüne bağlamak, kafayı kumma gömmek olur. Çok şeyler değişti yirmi yılda.
Yirmi yıl önce, meşhur bir laf vardı, esprilere bile konu olan. “Tesis yok…”
Bu lafı ağzına alan var mı artık? Yok. Demek ki tesis var.
Yirmi yıl önce, kondisyon da yoktu. Oyuncularımız yabancı ülkelerle oynarken, dakika yetmişten sonra dökülürdü. Ayaklarını sürürlerdi sahada. Tamam, belki bir-iki tanesi hariç. Ama genel vaziyet buydu.
Şimdi? Şimdi son dakikalarda, rakipten daha çok koşuyoruz. Gereğinde, son yirmi dakikada iki-üç gol atıyoruz!
Çöp gibiydik bir de sahada. Adamlar bize bir omuz atar, yere yapıştırırdı. “Faul lan hakem” diye bağırırdık, bizi dinleyen olmazdı. Anlamazdık “omuz omuza mücadele”den…
Şimdi ise, kapı gibiyiz, bizim çocukların birine çarpan kendini yerde buluyor. Sarı kartı kavga çıkartmaktan görürdük, şimdi sahadaki mücadeleden görüyoruz.
Yirmi yıl önce, iki yabancı oyuncuya izin vardı. Şimdi takımların yarısı yabancı. İyisi var, kötüsü var ama, onlara baka baka da, onlar gibi oynamayı öğrendik.
Yirmi yıl önce, maçlar TRT1’den bedava yayınlanırdı. Bir maç bileti, beş otobüs bileti fiyatınaydı. Öyle formaymış, armaymış, çantaymış ne satan olurdu ne alan. En fazla bayrak olurdu, bir de renki saç örgüsü. Bayrakları da kumaşını bulan diktirirdi, dükkandan değil sokaktan alınırdı.
Şimdi futbol endüstrisi bizde de var gücüyle çalışıyor. Mühim bir maçı güzel yerden seyretmek, bırak otobüs biletini, yarım asgari ücret. Maçı yerinden de, ekrandan da seyredeceksen, parasını vereceksin. Bayrak, forma, arma, taraftar kartı, yüzüncü yıl hedesi, hepsi bizde.
Benim aklıma gelmeyen ya da bilmediğim bir sürü fark daha…
Sebebi başka yerde aramayın.
Öyle, “biz çıkıp oynarız arkadaş” demekle olmuyor. Oyunun şartlarını hazırlamak lazım. Maddi olarak sağlam zemine oturması lazım. Oyunu, kuralına göre oynamayı öğrenmek lazım. Bunlar yokken, sahada şaşkınlıktan öte bir şey yapamazsınız. Ama varsa, o zaman başarma şansınız vardır… Buyrun, 1988’de bir maçta sekiz gol yediğimiz İngiltere’nin gelemediği 2008 Avrupa Kupası’nda yarı finaldeyiz.
Maça her türlü hazırız artık. Fiziksel, psikolojik, taktik, stratejik… Hata yapmıyor muyuz? Yapıyoruz. Buyrun, Rüştü. Gol yemiyor muyuz? Yiyoruz. Oyunu bırakmıyoruz ama. Oyunun doksan dakika olduğunu da öğrendik çünkü…
Bir de, ortada bir takım ruhu da var. Gol yeyince, eskiden millet birbirini paylardı. Şimdi ise birbirlerine destek oluyorlar. Bu sayede, hatalı gol yiyen kaleci, penaltı kurtarabiliyor on dakika sonra!
Herhalde, bundan sonra ne olursa olsun, bu şampiyona, izleyen herkes için torunlara anlatılacak malzeme oldu. Tabii, muhtemelen en çok Semih için! Nöbetçi golcü Semih!
Bir kehanetle kapatayım: Derler ki yarı finalde Almanya bizi parçalayacakmış. Tutunamayacakmışız bile. Bence, hiç öyle bir şey olacak gibi değil. Kaç sakat, kaç cezalı olursa olsun, bu takımı “parçalamak” kolay değil, hatta denemek akıl karı değil. Yenilebiliriz. Ama yenilsek de kök söktürürüz!
Galip gelirsek, herkes siper alsın… Neyse ki ben Dublin’de magandalardan uzaktayım.
Sonradan ekleme: Evet maçı kaybettik. Kök söktürdük ama yine!
Bir daha maç yapsak, yine yenilir miyiz? Olabilir. Olmayabilir. Ama mesele eskilerden çok farklı. Öyle “çıkarız ezeriz” çok ucuz laf artık.
Kehanetimi doğrulanmış sayıyorum!
Bir cevap yazın