Dublin’de bisiklete binmek ilginç bir deneyim oluyor benim için.
Mesela, trafiğin soldan olmasına bisiklete binmeye başladıktan sonra alıştım. Ancak o zaman uzun süreli kafamın içinde “soldan soldan soldan” diye geçirdiğimdendir herhalde. Bundan sonra İstanbul’da falan bisiklete binmeye kalkışırsam, herhalde tehlikeli olacak.
İstanbul’da bisiklete binmek demişken… Benim binmişliğim elbette yok ama, binmeye çalışan arkadaşlar oldu, ayrıca dışarıdan da davranışı biliyorum elbette. Motoru olmadığından mıdır nedir, bisikleti İstanbul’da “adam”dan saymazlar. Yani, dursanız, arkanızda durmaz araba. Kornaya basar, olmadı camı açar “çekil” diye bağırır. (O kadar nazik olmaz elbette ama, yazının seviyesini düşürmeyelim.)
Dublin’de öyle olmuyor. Değil otomobil, otobüs bile arkanızda kalırsa, efendi gibi ağırdan geliyor, geçecek yer bulunana kadar. Öyle kornaya basmak, adamı sıkıştırmak falan yok. Ana yolların çoğunda da bisiklet şeridi var. Zaman zaman taksi şoförleri ustalıklarına güvenip biraz bisikletin “tozunu alsalar” da, genelde rahat bir durum. İlk acemilik zamanında, denge için geniş yere ihtiyacım olduğundan, yakın geçen taksiler korkutuyordu ama, artık pek aldırmıyorum… Ona da yer var, bana da.
Benim bisikletin çamurluğu falan yok. Babamla telefonda konuşurken, “sen Dublin’de zor binersin ona” dedi bana. Ben de ona, “sen bisiklet biliyorsun da, Dublin bilmiyorsun” dedim. Doğru, burada yağmur çok. Hatta beş gün üst üste yağmasa, “ne oluyor” der insanlar. Ama, çamur yok. Ayrıca her yer, her şey de yağmurun kolaylıkla akıp gideceği şekilde düşünülmüş. Su birikintisi bulmak zor bir mesele.
Haftada bir kaç akşam çıkıp bisikletle şehrin muhtelif yerlerini ve çevresini bir-iki saat kadar dolanıp geliyorum. Tabii, burada yağmurun sıklığı ve hava durumunun yirmi dakikada bir değiştiği göz önüne alınırsa, bu arada sırada ıslanıyorum demek. Bisiklet normal şartlarda ekstra bir faktör olmuyor. Çamurluk olmasa da, yerde tekerleğin sıçratacağı kadar su bulunmuyor çünkü.
Tabii yağmur bu. Hep idareli yağmıyor. Bazen de elinden ne gelirse ardına komayıp, bardaktan boşanırcasına yağıyor. İşte öyle yağmura bisikletle yakalanmak şahane bir durum. Tepeden aşağı zaten sular akıyor. Kask delikli, yağmuru durdurmuyor. Üzerine, yerde de küçük ama sıçratmaya yetecek kadar su oluyor. İşte tam bu durumda, arka tekerlek yerden suyu kaldırıp, yüz otuz beş derecelik açıyla döndürüp, tam olarak insanın belinin iki parmak altına fışkırtmaya başlıyor. “Madem ıslanıyorsun, tam ıslan” der gibi. Sonuç? Hani “donuna kadar ıslanmak” diye bir tabir var ya… İnsan onun tabir olmadığını tam olarak öğreniyor işte.
Başıma tam iki kere geldi bu altlı-üstlü “turbo yıkama” olayı. Sonuncusu dün akşam. Yanılma olmasın, evet, 29 Temmuz 2008 akşamı şakır şakır yağmur yağdı. Islanma belli bir miktarı geçince, insan aldırmıyor. Suda yüzer gibi bir durum…
Sonuçta eve gelecek olduktan sonra, çok problem değil… Ama kaslar soğuduktan sonra öyle kalsam herhalde cesedimi toplarlar.
Bisikletle yağmurun altında gezen çok da adam vardı, benim gibi. Bizim takım lideri John’un dediği gibi, Dublin’de yaşayanlar bir süre sonra “yağmurda erimediklerini” keşfediyorlar!
Resimdeki ben değilim!
Bir cevap yazın