Hatıralar, oldukları gibi değil, anlatıldıkları gibidirler. Hatta zaman içinde, anlatıla anlatıla şekil değiştirirler. Yani, hatıra dediğimiz şey de bir cins sözlü edebi türdür, gerçek bir olaydan yola çıkar, ama zaman içinde değişir, köşeleri törpülenir, unutuldukça yeniden tamamlanır… Orijinali değil de, anlatıldığı şekli hatırlanır.
Ben liseden mezun olalı… On yedi yıl olmuş. Sanıyorum anlatacaklarım, zamanla birlikte değişmiş olmakla beraber, zaman aşımına da uğramıştır.
Lise birdeyiz. İkinci dönem olacak. Yer Özel Beyoğlu Musevi Lisesi. Kimya dersinden, sınıfın çoğu problemli. Hocamız İbrahim Yayla…
Bir çözüm bulmak lazım. Yazılı öğleden sonra, altıncı ya da yedinci saat olabilir. Bir yerden bilgi geldi. İbrahim Yayla, sınavları sabahtan çoğaltıyor, öğlen de öğretmenler odasında bırakıyor diye. Öğretmenler odası sağlam yer ya hesapta.
İbrahim hocam zeki adamdır, ancak hesap etmediği şu: Öğlenleri, zil çalınca, bütün hocalar da öğrencilerle beraber okulun bodrum katındaki yemekhaneye iniyor. Öğretmenler odası birinci katta. Yani, eğer bir şekilde erken yemek bitiren, dönen falan olmazsa, öğretmenler odasına en yakın öğretmen, iki merdivenden daha uzun mesafede oluyor.
Karar alındı. Sorular çalınacak. Yalnız çok da korkuyoruz tabii. En girişken arkadaş Yakar alacak soruları odadan. Bir de “erkete” ekibi var, iki katta merdivenin muhtelif yerlerine dizilecek, eğer bir hoca yukarı doğru hareketlenirse, Yakar’a erken bir uyarı ulaştıracak. Ben de erkete ekibindeyim.
Görevimiz Tehlike yani! Yazının başlığındaki gibi “dum pitam pitam” diyerek (kendimizce Görevimiz Tehlike denen dizinin müziğini yapıyoruz) fırladık öğlen ziliyle beraber. Hocalar boşalana kadar bekledik. Merdivene dizildik. Yakar daldı içeri. Herhalde bir dakika falan sürdü ama, onu bize sormak lazım! Elinde bir kağıtla çıktı. Kağıt sağlam bir zulaya alındı, hemen de yemeğe inildi…
Hızlı bir yemekten sonra, hep beraber sınıfa. Tabii soruları bilmek yeterli değil. Bunların bir de çözülmesi lazım! Kim çözecek? Soru mu bu? Elbette ben.
Önce oturdum bir kendim çözdüm. Sonra, iki ayrı grup izlerken, anlatarak iki kere daha çözdüm. Herkes kendine gerekli veya uygun olan not için, kağıt hazırlıyor. Herkes de gayet akılcı, yediye ihtiyacı olan yedilik, altıya ihtiyacı olan altılık kağıt hazırlıyor. Herkes on almaya kalkarsa meselenin yan yatacağını herkes biliyor.
Tam teçhizatlı, sınav saatine geldik. Etel ile yan yana oturuyoruz. İbrahim Yayla geldi sınavı yapmaya. Etel’i kaldırdı, kürsüye gönderdi, kendisi benim yanıma oturdu. Benim kopya vermemi engelleme maksatlı… Halbuki her şey adresine zaten ulaşmış durumda.
İbrahim hoca, her sınavda zaten yanıma oturuyor. Hızlı çözüyorum, kağıdımı alıyor, okuyor hemen, sonra da cevap anahtarı yapıyor. Hata falan varsa da düzelttiriyor bana, ha 97 ha 100 hesabı. Kendisi de cevap anahtarıyla uğraşmamış oluyor.
Bu sefer de öyle oldu. Artık dördüncü defa, normalden de hızlı çözdüm soruları. Verdim hocanın eline. Baktı… Beş soru sanırım. 20, 20, 20, 20…
Son soruya geldi. Ona da 20 yazdı, yanına da bir yıldız koydu… “Hocam” dedim, “yıldız neden?”
“O çok güzel bir soruydu” dedi… “Sen de çok enteresan bir şekilde ve doğru çözmüşsün, onun için yıldız…”
Beni bir kikirdeme aldı… Enteresan çözüm ise o, ulan sınıfta o soruyu çözen herkes… Öyle çözdü yahu onu!
Sınavın sonu geldi. Kağıt toplama karambolünde, bir kaç kişi el çabukluğu marifet kağıt değiştirdi… Olay öyle böyle bitti.
Hoca sonradan biraz işkillendi… Ama bir sonuç çıkaramadı, çözümler doğru olduğu için kopyanın ispatı zor. Mucize var ama…
Sonra başka sorular da “yürüdü” aynı metodolojiyle…
Diyecek ki okuyan öğrenciler falan, “sonradan kendin hoca oldun, nasıl oluyor bunlar”… Oluyor işte! Rol böyle bir şey hayatta. Ama o mesele başka bir yazının konusu…
Bir cevap yazın