Adı nedir tam ben de çıkartamıyorum ama, bende bir solunum yolları hassasiyeti var. Astım diyen var, kronik bronşit diyen var, alerjik bronşit diyen var. İsmini boşverelim, kendisi şöyle bir şey: Üst solunum yolları hassas. Kulaklar, boğaz, vücudun (normalde kolların altına gelen) yan tarafları üşütmeye gelmiyor. Nezle-grip kapmaya gelmiyor. Çok süper dikkat edilmezse, en kısa yoldan bronşite çeviriyor. Herkes üç günde iyileşirken, beni 1-2 hafta süründürüyor.
Bu durum, çocukken, hatta daha iyi tanımlamak gerekirse, ergenlik öncesinde daha da beterdi. O zaman nefes açıcı ilaçlar yok, yatınca nefes alamadığımdan oturur pozisyonda uyuduğumu hatırlarım geceleri. Ergenlikle beraber gelen sürekli testosteron takviyesi sayesinde belirtiler ve hassasiyet epey azaldı.
Küçükken, bu sebepten annem uzun boylu koşup oynamama izin vermezdi. “Koşma”, “terlersin”… Terlemek öcü, üstümü değiştirmek de ilacıydı. Tabii değiştikten sonra bir daha koşmak yasak…
Her nasıl olduysa, “koşmak” kafada bir zincir haline gelmiş. Spor yaptım mesela. Ağırlık çalıştım lise yıllarında, basketbol da oynadım. Basketbolda koşuluyor elbette, ama “nefes” gerektirecek şekilde değil. Bir koşup bir dinlenerek. Zaten kafadaki zincir çok da mantıklı bir sebebe dayanmıyor ya. Yerleşmiş “ben koşamam”…
Sonra, “patates” yılları başladı. Üniversite, doktora… Doktoradan sonra kısa bir spor salonu macreası oldu. Yine ağırlık kaldırdım. Yine koşmaktan kaçındım. Sebep? “Ben koşamam…”
Ondan sonra, 8 yıl süren “tam patates” eğitimi. Patatesliğin doruklarında Google’da iken ulaştım. Yürümüyordum bile artık. Yani evden işe 35 metre mesafe var. Evde bilgisayarın başından kalk, işte bilgisayarın başına otur. Oradan kalk evde yatağa yat. Asansörle in, yemek ye.
Patateslik doruklara ulaşınca, enteresan belirtiler ortaya çıkıyor. Sebepsiz yere insanın orası burası tutuluyor, ağrıyor. Düzgün uyku uyunmuyor. Hareket etmeyen eklemler kireçlenme yapıyor. Mesela sol kolumu düz yukarı kaldıramıyordum – dirseğimi kafamın arkasına öbür elimle tutmadan götüremiyordum, götürürsem de çok acıyordu.
Google’da beleş tertip, şirketin içinde spor salonu da vardı üstelik. Gittim gördüm de. “Bir ara giderim” deyip salladım ama.
Sonra, görünüşte felaket ama gerçekte çok hayırlı bir şey oldu. Evdeki su motoru bozuldu. (İrlanda’da su beleş fakat basınçsız. Her evde su motoru var.) Tamirci falan bulana kadar, iki hafta geçti. Evde yıkanamaz oldum, üç günden sonra balık gibi kokuşmaya başladım.
Spor salonunda duş da var…
Duş almaya oraya gideyim dedim. Eh, artık gitmişken, spor da yapayım bari dedim.
Ağırlıklar, makinalar tanıdık şeyler. Teknoloji ilerlemiş, çok daha düzgün makinalar yapılmış. Ama onlarla dostuz zaten. Bir de, koşu bantları var… Onlar yabancı, onlar korkunç, onlar bana uzak.
İnsan başkalarının gözleri üzerindeyken bir şeyleri beceriksizce yapmaya da çekiniyor açıkçası. Neyse ki spor salonuna gece 10’dan sonra gidiyordum. Bomboş. Deneme yapmaya uygun, çekinecek bir şey yok. Ben ve aletlerden, bir de bir kere gelip ortamı kolaçan edip giden güvenlik görevlisinden başka kimse yok.
Çıktım koşu bandına. Koşacağım. 400m koşayım dedim. Saatte 7 km ile falan zaten yürüyebiliyorum, bacaklar uzun. Sekiz ile de koşayım dedim. O 400 metreyi koştum koşmaya ama, ölüyorum zannettim. Nefesim kesildi. Ciğerlerim yandı. Kendime gelmem dakikalar sürdü.
Patatesliğime kızdım. Kendimi nasıl bu hale soktuğuma da kızdım. Kardiyovasküler durumun rezaletinden de nefret ettim. İş inada bindi… Koşu bandı mi yaman, ben mi yaman?
Bir 400 daha koştum. Gene çok yoruldum, nefesim kesildi, ama ölüyor gibi olmadım… Demek gelişme var…
Bir cesaret ile, 800m koştum. Demek bu da oluyormuş… Ötesine geçebilir miyim diye düşünüyorum, ama aklımda bile geçemiyorum. Bir kilometre koşmak olmayacak bir şey gibi duruyor.
Sonunda bir kilometre değil, 1200 metre koştum. Bu arada farkettim ki, arada eğer sayacı gözümle izlemezsem, daha kolay oluyor. Sorunun aslı, vücutta değili beyinde… “Koşuyorsun sen, deli misin, sen bunu yapamazsın” deyip duruyor.
Baktım ki, önce kendimi inandırmam lazım koşabileceğime. Bu mesafe artacak. Koşabildiğime şüphe kalmayacak ki, koşabileyim. Bu gazla 1500m koştum. Hemen arkasından da 3000 metre! Sonra bir antrenman kaçırdım, iyice dinlenmiş oldum. Kendi kendime bile zor inandığım şekilde, 5000 metre koştum. Sonunda banttan indiğimde, nabzım dışarıdan duyuluyordu.
Sonra, mesafeyi kısaltıp hızımı artırdım. 800m koşmaya başladım. Tempoyu ve yüklenmeyi abartıp, kalça tandonlarımı zedeledim. Sonra araya Mountain View seyahatleri, Google’ı terk, memlekete yerleşme gibi şeyler girdi, spora gene ara verildi.
Sonra spora döndüm elbette. Ağırlık kaldırmaya yeniden başladım. Ama koşmaya da. Bant dışında da koşmayı istiyordum, ona da Elif ile beraber başladık. Çiftehavuzlar sahilde koşu pisti var. 2900 metreyi 20-25 dakikada koşarak başladık Cumartesi sabahları. Onun için antrenman bile olmuyordu onlar. İlk seferlerde bana çok da kolay gelmedi. Ama artık düzenli olarak 3km civarı koşuyordum.
Sonra 4km’ye çıktık. Hemen arkasından da 5km’ye. Artık 5km koşusu standart oldu. Avrasya Maratonu Halk Koşusu’na (itişmesi olacağını tahmin etmedik tabi) kayıt yaptırdık. Ondan önceki hafta yine sahilde 8km koştuk, antrenman olsun diye. 5km standart koşu mesafesi oldu, artık tempo artırmaya çalışıyoruz.
Hafta içi spor salonunda bantta koştuğum 1500m, “kısa mesafe” gibi geliyor bana.
Başkalarının “yapamazsın” dedikleri şeyi yapmak kadar zevkli bir şey yoktur hayatta. Ama, insanın kendisinin yapamayacağını düşündüğü şeyi yapması kadar da zor bir şey yok. Bir insanın kendine ettiğini, yedi düvel bir araya gelse edemezmiş ya… Bir insanın kendi aklına vurduğu zincirleri, yedi düvel bir araya gelse kıramıyor. Onları ancak kendisi kırabiliyor. Kırabilirse de büyük zorluklarla kırabiliyor.
Diyeceksiniz ki, “Zinciri kırdın da ne oldu, olimpik atlet mi oldun?” Olmadım. Olacağım da yok. Ancak kendimden 25cm kısa bir kızın performansına yaklaşabildim… Ama öte yandan şu da oldu: Hayatımda ilk defa olarak, geçen hafta canım koşmak istedi. Yani, öncekileri istemeden koşmuyordum elbette ama, gerekli ve iyi bir şey olduğunu düşündüğüm için koşuyordum. Bu sefer ise, canım koşmak istedi…
Nereden nereye? “Ben koşamam”dan, “benim canım koşmak istiyor”a… Hepsi 18 aylık bir mesele.
Zincirin parçası kalmamış artık gerçekten.
“Abartma” diyebilirsiniz ama, fizik doktorası bu kadar zor olmadı. Yani zor oldu; hayatımda en çok doktora sözlüsünden önceki dakikalarda heyecanlandım, evet. Ama orada korkmama rağmen, derinde bir yerlerde yapabileceğimi biliyordum. Koşu meselesinde ise, uzunca bir süre yapamayacağımı düşünerek çabaladım. Birindeki mücadele sınavlar, ödevler, deneyler ile idi… Diğerinde ise kendimle.
Seneye 15km koşacağım kısmetse. Yağmur yağmasa bari…
Sıradaki zinciiiiir!…
Bu yazının yazılmasında, hiç bir patates zarar görmemiştir.
Ayrıca, patatesler güzide sebzelerdir, kendilerini tenzih ederim.
elif der ki
He valla. Tazı gibi koşuyor şimdi. En başta ben diyordum, “Kimleri gördüm ben koşmaya başlayan. Koşşşaaaaarrsssıınnn..” diye. O da “Ben koşamam” diyip duruyordu.
İnanılmaz da hızlı gelişiyor bu ara. Maşallah tü tü.
zsg der ki
Çok iradelidir çok azimlidir maşallah önüne challenge koy adını challenge koy yeter.
(o resimleri nasıl koyuyosunuz ya ben de istiyorum yakışıklı bi resim koymak)
önder der ki
valla okuyunca benim de canım koşmak istedi şimdi..
Metin der ki
Oha. Duy da inanma. Duydum ve inandım. Run Forrest.
Bu mühendislerin bi koşma tribi var ama. Sen ve Elif’e ek olarak bi de Tuğrul (logo) abartmış durumda. Dünyanın dört bir yanında maratonlar bitirmişliği var. Allah hepinizi bildiği gibi yapsın.
Misal ben dönmem arkadaş: Koşmak, yorar
elif der ki
Ben de Medellin, Kolombiya’da yarı-maraton bitirdim. He he..
ozlem der ki
heheh elif bana da zamaninda az gaz vermemisti kosaaarsin diye…
omar der ki
Selam Yaşar,
Beni hatırlar mısın, bilmem? BÜ’de beraber bitirme projesi yapmıştık (daha doğrusu, sen yapmıştın, biz bakmıştık). Avrasya ve son koşu hikayeni özel bir ilgiyle okudum. Yine hatırlar mısın bilmem ama o zamanlar BÜ atletizm takımında koşardım, hala da koşarım. Halk koşusu(!) senin yazdığın gibi trajikomik bir facia oluyor ne yazık ki. 15K ve üstü yarışlara “halkın” *ötü yemediği için asıl oralarda adam gibi koşulabiliyor. Seneye 15K, ondan sonra 1/2 maraton ardından da tam maraton görüyorum senin falında 🙂
Cumartesi sabahları hanım ve ben de Caddebostan sahilde koşuyoruz; saatlerimiz farklı olacak ki henüz rastlaşamadık. Biz epey erkenciyiz. Bir önerim, Pazar sabah erkenden Belgrad ormanında koşmayı denemen; henüz yapmadıysan tabii. Özellikle yaprakların sararmaya başlayacağı önümüzdeki birkaç hafta boyunca Belgrad tam bir koşu cenneti oluyor. Göl etrafında 6km’lik bir parkur var orda. Dön dönebildiğin kadar. Üçüncü köprü oraları mahvetmeden değerlendirmek isteyebilirsin.
Selamlar, sevgiler….
omar
mehmet soylu der ki
Herşeyi yaptıktan sonra ne olacak sorusunun cevabı yok. Zincirleri bitenlerin durumunu iyi görmedim. Ama bu durumda yapmakla yapmamak arasındaki farkta azaldığından kolay gelsin.
melis s. der ki
Patatesler ölmez vatan bölünmez!