Hikayeye pasaporta 27.03.2008 tarihli çıkış damgasını yediğimiz yerden başlıyoruz.
Otobüsümüze bindik. Nedense, THY uçaklarına körükle binilmiyor genelde. Körüklü yere yanaşmak daha pahalı olacak. Kendi merkez havalimanında ucuzculuk yapıyor olmak da ilginç bir durum. Tabii bu benim yorumum. Her neyse, son otobüse kalanlar olarak, uçağa geldiğimizde insanların çoğu yerleşmişti. Civarda benim sırt çantasını tıkabilecek tek bir dolap bile kalmamıştı. Mecburen öndeki koltuğun altına koydum. Bu da yolculuk boyunca zaten bir yere sığmayan bacaklarımı neredeyse hiç oynatamayacağım anlamına geliyordu. Ne yapalım, başa gelen çekilir dedim.
Kabinde ağlayan bebek yoktu ki, her üç saati aşan uçuşta olması farzdır. Ancak, onun yerine iki-üç yaşında arada bir çığlık atan bir kız çocuğu vardı. Ona rağmen, arada bir-iki saat kadar uyumayı başardım. Kız sonlara doğru hostes çağırma düğmesine yedi-sekiz defa basarak hostesleri de delirtmeyi başardı.
İndik sonra.
Pasaport kontrole geldik. “EU” pasaportlu olanlar pasaportu uzaktan sallayıp geçiyorlar. Önümde iki tane zenci abi var. Nerelilerse. Birincisinin işi abartmıyorum on beş dakika sürdü. Görevlinin sormadığı şey kalmadı. En sonunda diğer kuyruklarda adam tükenince ben başka kuyruğa geçtim. Zencinin bir tanesinin işi ancak bitti bu arada.
Neyse, damga mühür, bir de iğrenç resmimi çekti.
İçeri girdik. Bagaj da paşalar gibi gelmiş, sorun yok.
Gümrük kapısından geçerken de yüzüme bakan olmadı. Gümrüklük bir şey olduğundan değil de, şimdi eğlendirmesinler beni. Geçtik.
İşin teorisi şöyleydi: Kapıdan çıkınca “şoför buluşma noktası” var, solda. Brian diye bir abi beni bekleyecek. Şehri gösterecek. Sonra benim için tutulan geçici eve götürecek.
Ortada Brian falan yok. Yani Brian var mıdır bilmiyorum ama, isim kartlı falan bir insan olması lazım ya, o yok. Bekliyorum ama, neyi beklediğim belli değil. On onbeş dakika kadar öyle geçti.
Neyse ki cep telefonunda bütün emaillar mevcut. Açtım. Bana Brian denen arkadaşın cep telefonunu göndermişler, “her ihtimale karşı” diye. İşte o ihtimallerden biri oldu dedim ve telefon ettim.
Ettim de, ne fayda. Brian denen arkadaş değil, başkası açtı. Neyse, gene alakalı biri. Ancak, arkadaşın şahane bir İrlanda aksanı var. Benim alıcılar Amerikan aksanına ayarlı, arkadaşın yayını İrlanda üzerinden… Zaten telefon cazırtılı. Bir müddet sağırlar muhabbeti yaptık. Anlamıyorum ki adamı. Zar zor anlaştık. Beni oradaki Vodafone dükkanının önüne gönderdi. Orada beklememi söyledi.
Az sonra bir başka şoför arkadaş geldi. Onun adı Davey. Başkasını almaya gelmiş (benimle benzer durumda ancak Oracle’da çalışmaya gelmiş bir kız) ama işler karıştığından beni de o götürecekmiş. Kızın uçağı yeni inmişti, kız dışarı uğrayana kadar ben gittim bir kahve içtim. Sağa sola telefon ettim.
Sonra Davey abi, bizi toparladı götürdü. Geçici evime geldim. Buranın sahibi mi sorumlusu mu herneyse, beni Davey abiden devraldı. Eve soktu. Sağı solu gösterdi, anahtarlarımı verdi ve gitti.
Ev pek büyük değil ama güzel. Bir dubleks olma durumu var. Alt katta oturma odası ve mutfak, üst katta iki yatak odası ve banyo var. Yatak odalarından büyük olanı seçtim!
Yalnız internet yok ortamda.
Rafta üzerinde “clearwire” yazan, kutusunda da “Broadband Wireless Access Modem” yazan bir cihaz buldum. Fişe taktım. Ucunu da bilgisayara. Ahanda internete bağlandı. Hesap kime yazıyor bilmiyorum ama geçici olarak internet bundan hızlı sağlanamazdı.
Bavulu çantayı açtım yerleştim. Dışarıya çıktım, bir şeyler yedim. Akşam için de tıkınılacak kadar sandviç falan alıp eve döndüm.
Bu akşam dinlenmek var. Yarın mı, gelecek hafta mı olur, ev bulma işi önemli.
Bu arada roaming telefon felaket kontör yiyor. Bir ara efendi gibi bir İrlanda hattı edinmek lazım.
İşte birinci günün hikayesi.
Daha bir şey yok.
Bir cevap yazın