Madem eski hikaye yazmanın kapağını açtık, bir tane daha yazayım. Bunda aşağı-yukarı tek aktör benim; yani ben ne anlatırsam zaten inanacaksınız. Doğrulayacak ya da yalanlayacak pek kimse yok.
Sene 1991 olacak. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyim. Birinci sınıf. Fizik dersi alıyoruz bir adet, PHYS 101 (vermek kısmet olmadı). Bunun laboratuarı var; normal finaline ek olarak bir de laboratuar finali var. (Ne yalan söyleyeyim, hala çok anlam veremem ona.) Laboratuar finali, final döneminde değil, derslerin son haftası falan gibi yapılıyor. Ona da oda bulmak derdi şu bu olmasın diye. Bir Cuma akşamı olacaktı; akşam üstü. Aralık ayı tabii. Gittik. Hava kararmış zaten. Sınav saatine yarım saat kala elektrikler kesildi. Yaşasın medeniyet. Bekledik ama gelmedi. Sonra haber geldi; laboratuar finali, “esas” finalden hemen önce yapılacak diye. Esas final sabah dokuzda, laboratuar finali öyle uzun bir şey de değil; sekizde geleceksiniz önce 50 dakika laboratuar sınavı, arkadan esas boru – pardon – sınav olacak dediler. Biz de sınav olmadığına sevine sevine evimize döndük.
Öğrenci sınav iptaline hep sevinir ya…
Sınav günü geldi çattı tabii. Servisle gidemiyorum, çünkü servis ancak sabah dokuza çeyrek kala falan gibi okulda olacak şekilde gidiyor. Herkes de PHYS 101 öğrencisi değil. Katırlarla gidilecek. Dışarı çıktım ki, kar başlamış. Köprü akıllıca değil. Tamam. Minibüsle Kadıköy. Vapur yoluyla Beşiktaş.
Buraya kadar iyi, ancak arada kar iyice bastırdı. Beşiktaş’ta Barbaros Bulvarı’ından yukarısı tıkalı, otobüs de geliyor gibi değil. Boğaz tarafına giden otobüsler çalışıyor ama. Sahil yolu kolay kolay kar tutmuyor doğal olarak. Atladım bir otobüse. Ver elini Bebek.
Güzel. Şimdi, yukarı tırmanmak kaldı yapacak. Tabana kuvvet, Güney Kampüs’e kadar tırmandım. Hızlıca da tırmandım. Orası da pek ufak bir yokuş değildir, epey bir merdiven tırmandırır adamı. Ne yapalım, tırmandık. Güney Kampüs’e ulaştım.
Sınav yerimi öğrenmem gerek. O da Kuzey Kampüs’te bölümde asılıdır. Soyadım S ile başladığından genelde “sürülüyor”um ama, ne yapalım.
Güney Kampüs’ten kuzeye yine yokuş var tabii. Oralar denize de uzak. Kar ve buz tutmuş. Tırmandım ama, yine hızlı gidiyorum. Yolda bir gıda kamyonu, çapraz dönmüş durmuş kampüs içindeki yolda. Aldırmadım. Kuzeye kadar çıktım.
Nefes falan kalmadı. Bölüme gittim, yerime baktım. M bilmemkaç. M demek, “Mühendislik” binası demek, o da Güney Kampüs’te yine. Aynı yokuştan geri inilecek mecburen. Kamyonun çapraz dönüp kaymamak için durduğu yol bu.
Arada saate baktım. Sekize beş var! Panik. Ne zaman o kadar oldu, erken de çıkmıştık yola ama saat tartışma kabul etmiyor tabii.
Yokuş aşağı yol kaygan. Hızlı hızlı da yürüyorum yetişmek için.
Şimdi bu noktada, Kuzey Kampüs’ten Güney Kampüs’e inen yolu tanıtmakta fayda var. Hafiften sola doğru kavisli bir yoldur. Yaya yolu aşağı inerken sağda kalır. Onun da sağı, dik bir yardan Bebek’e ve Boğaz’a bakar, muhteşem bir manzarası vardır. İlgili yılda da, orada herhangi bir korkuluk falan da yoktu. Manzaraya bakarken, dikkat etmeyen gerçekten “içine düşebilir”. Bunun ortasına doğru da “petek” denen altı köşe bir beton yer vardır, orada oturulur, poz verilir, fotoğraf çekilir falan.
Peteğe doğru yaklaşırken, eğim iyice artıyor. Hatta en eğimli yer tam orası. Peteğin oraya gelince de, yol en sert yön değiştirmesini yaparak sola dönüyor.
Eğim iyice arttı. Artık adımlarımı ister istemez daha hızlı atıyorum. Neredeyse koşar adıma geldik.
Şöyle bir yokladım… Fren yapmak mümkün değil. Daha hızlı koşmak zorundayım sürekli hatta…
E bu hızla gidersek… Peteğin oradan virajı almam mümkün değil. Bebek tarafına doğru uçacağım.
Bir anda paniğe kapıldım tabii. Şöyle sağlam bir fren yapmaya kalkıştım…
Vjjjjtttt….
Ayaklar havada.
Ben de havadayım.
Bir an yön duygusu falan kayboldu. Yer de gök de beyaz zaten. Mükemmel bir sessizlik ve denge…
Ardından…
Powwwfff… Sırt üstü yerle tam kontakt ve ciğerlerden havanın şiddetle boşalması. “Hıng!” diye bir sesle beraber yere çarpış, ellerin ve sırtın acıması.
Çarptıktan sonra bir kaç metre de kaydım…. Zzzzz. Durdum.
Doğruldum. Dünya bulanık! O kadar mı şiddetli çarptım derken, gözlüklerin olmadığını farkettim. Yoklar ortada. Kafayı yana çevirdim ki, benden bir iki saniye gecikmeyle gözlükler de “zzzzz” diye kayarak geldi, tam yanımda durdu.
Aldım taktım! Tekrar ayağa kalktım. Bir kaç adım atınca az ileride Arsin Arşık (o ve uzun yılların laboratuar sorumlusu) ve bir asistanı soruları taşırken gördüm.
“Hah” dedim, “bunlarla beraber gidersem, sınavı kaçırma ihtimalim yok!”
Öyle de yaptım.
Sınava girdim. Sorular geldi. Cevap kağıtları da.
Yazamıyorum ki bir şey. Ellerim donmuş. Hareket ediyor ama benim istediklerimi yapmıyor.
Soru kağıdını açtım. Ellerimin üzerine oturdum. Yirmi dakika soruları süzdüm, bunu şöyle bunu böyle yaparım diye. Ellerim ancak çözüldü.
Gerisi tarih oldu.
Bir cevap yazın