Böyle yazı başlığı mı olur? Başlıkları vurucu yapınca daha çok okuyucu geliyor dediler. Ben de “vurucu” olsun diye zorladım biraz. Tam olarak neye vuruyor bilmiyorum; yazıyı yayına alınca anlayacağız o kadarını.
Beş yıl kadar önce bir Orta Kararlık Kültürü diye yazı yazmışım. Çok da suya-sabuna dokunmamışım; geride söyleyecek çok şey kalmış. Nedense, sanırım bugünlerde daha bir cesurum.
Yazılımcı dediğimiz mahlûk, bilgi çalışanının en bilgi çalışanıdır. Mesela bir mimar da bilgi çalışanıdır, ancak yaptığı şey sonuç olarak fiziksel bir yapıya karşılık gelir. Yazılımcının “en bilgi çalışanı” olması durumu da, ortaya çıkarılan ürünün de tamamen bilgiden oluşması ve fiziksel bir yapıya karşılık gelmemesidir. Üzerinde çalışılan şey, tamamen soyut olmak itibarıyla inanılmaz esnekliğe sahiptir ve doğru ellerde olağanüstü üretkenlikte kullanılabilir.
Bu “inanılmaz esneklik”, yazılıma ve yazılımcıya has pek çok duruma yol açar. Bunlardan bir tanesi, şu “doğru eller” meselesidir. Yazılımcının en iyileriyle orta kararları arasında, çok yüksek verimlilik farkları ortaya çıkabilir. Çözülecek olan probleme göre bu verimlilik oranı inanması ve inandırması zor yerlere erişir — 10 kat, 20 kat, hatta 40 kat verim elde edilebilir. Yani, diyorum ki, elinizde yazılımcının gerçekten şahı varsa, onun bir saatte çözebileceği problemi, orta karar bir adam ancak bir hafta uğraşarak halledebilir.
Burada durum yanlış anlaşılmasın: Bu, “yıldız yazılımcı” 40 tane web sayfasını 1 saatte ortaya çıkarabilir anlamına gelmez. Ancak, ortada algoritmik bir problem varsa böyle bir verim söz konusu olur. Öte yandan, bu algoritmik problemlerle, sanıldığından daha çok karşılaşılır. Ortamda yıldız yazılımcı olmadığı durumlarda, bu “bir kaç tane zurnanın zırt dediği yer” yüzünden projeniz batabilir bile.
Güzel. Buraya kadar güzel, ama bunların Türkiye’de beyin takımı olmamasıyla ne alakası var?
Şimdi, Türkiye’de patlayıcı hale gelen karışımı dikkatle tarif etmek gerekiyor:
- Kötü, cahil yöneticiler. Bunlardan o kadar fazla var ki, “sayılamaz çoklukta” diyesi geliyor insanın. Kötünün de kötüsü, yazılım işinden hiç anlamaz; kötünün iyisi de yazılım işinden biraz anlamakla beraber, yazılım yönetiminden anlamaz. Karışıma katkıda bulundukları nokta ise, yazılımcıyı, işini ve performansını değerlendirmeyi bilmemeleri, bu yüzden şekilsel yöntemlere başvurmalarıdır.
- Sonuca değil, emeğe kıymet verme. “Emeğe saygı” diye, çok da bir anlama gelmeyen bir kavram var bizim kültürümüzde. İşin gerçeği, (kanunlara ve ahlak kurallarına uyulduktan sonra) önemli olan tek şey, sonuçtur. Yani, iş makinası varken, kürekle çukur kazan adamın yaptığının kıymeti yoktur. İş makinasının beş dakikada açacağı çukuru, kürekle sekiz saatte açtıysa, yaptığı iş daha değerli değildir. Tam olarak iş makinasının yaptığı işle aynı değerdedir. Eğer şu anda içinizden “Yahu adam da sekiz saat emek vermiş, aynı değerde olur mu?” deme isteği kaynıyorsa, evet, siz de aynı kültürdensiniz. Bunun toplumsal sebepleri nelerdir, bu kültür ve söylem geçmişte nerelerden gelmektedir, bunlar tarihçi ve sosyologların konusuna girer. Ama önemli olan, durum böyleyken, böyledir…
- Izdırapta eşitlik prensibi. Bu bize özel bir durum değil aslında. Ama bizim kültürümüzde daha hiddetli ve şiddetli. Acı çekmeyi tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak, hatta o yolda geçici süre biraz daha fazla acı çekmek yerine, herkesin aynı miktarda acı çekmesiyle tatmin buluyoruz ve toplumsal olarak rahat ediyoruz.
- Başarısızlığın “esas plan” olması. Planlarımızı neredeyse sürekli olarak başarısızlığa ve ardından olacak “suç dağıtımı” anına göre yapıyoruz. Bu, iş yaparken en önemli savunma mekanizmamız. Bu yaklaşım, çoğu zaman başarısızlığı getirmek için yeterli sebep bile olabiliyor.
Karışımın maddeleri bunlar… Bu noktada, vites değiştirmek istiyorum. Yani, durumun nasıl geliştiğini hikaye edeceğim. Yoksa yazı iş yapmıyor. (Bu zaten iş yapmayacak — yıldız yazılımcı reklamı yapıyorum çünkü.)
Ahmet Yıldız, bir yazılımcı. Hem de, yıldız yazılımcı (soyadından belli). Mehmet Çalışkan da yazılımcı. Ama o yıldız değil, çalışkan.
Ahmet ve Mehmet, aynı ortamda çalışıyorlar ve benzer projeler yapıyorlar. Bir iş geldiğinde, Mehmet hemen işin üstüne atılıyor. Ahmet ise, öncelikle işi yapacak en doğru yolu düşünmeyi tercih ediyor. Mehmet, hemen kod yazmaya koyuluyor. Ahmet, ilk günü düşünerek geçiriyor. Akşam evine saatinde gidiyor. Mehmet, işi yetiştirmek için, bir-iki saat fazla kalıyor şirkette.
Ertesi gün, Ahmet ürettiği çözümün işe yarayacağına ikna oluyor. Kodunu yazıyor. Deniyor. Çalıştığından emin olunca, teste gönderiyor. Onay geldiğinde üretime alıyor. Öğleden sonra, biraz teknoloji dünyasından haber okuyor. Sonra kendi oyuncak bir projesiyle ilgileniyor.
Mehmet, kod yazıyor. O akşam da bir kaç saat geç çıkıyor.
Bir haftanın sonunda, Ahmet toplam iki parça işi, ikişer günden çözümlemiş, bir gün de kendisine ayırmış, oyuncak proje yapmış, dünyadan haberdar olmuş oluyor. Mehmet ise, sürekli kod yazıyor. Onu deniyor. Bunu deniyor. Haftanın sonunda, “çalışıyor” dediği bir kod üretiyor. Bunu teste gönderiyor.
Kod testten çok sayıda hata (bug) ile dönüyor. Bu Mehmet’i yıldırmıyor elbette. Tüm hataları yamalıyor, bu esnada bir gece de şirkette sabahlıyor. Yeniden teste gönderiyor.
Testte, “kabul edilebilir” duruma gelince, kodu üretime alıyor. Bu sefer de, performans problemleri başgösteriyor. Ama Mehmet, çalışkan. Gece yarısı kalkıp geliyor. Problemle sabaha kadar, sonrasında da akşama kadar ilgilenip, çözümlüyor.
İkinci haftanın sonunda, Mehmet nihayet işi tamamlıyor. Ufak-tefek bazı problemler halen var, kodun kalitesi üst üste yamalardan “bohça nerede” durumunda ama, iş hallolmuş oluyor.
Mehmet’in olağanüstü gayretli ve hummalı ikinci haftası boyunca da, Ahmet aynı tempoda çalışmaya devam ediyor. İki iş daha tamamlıyor. Ne kişisel gelişiminden, ne de öğleden sonra kahvesinden geri kalıyor. Akşamları da, evine saat gibi gidiyor.
Burada filmi durduralım.
Yönetici olsanız, hangisini eleman olarak isterdiniz? Siz de aynı ortamda çalışıyor olsanız, hangisine nasıl tepki verirdiniz?
Peki, Mehmet’lerin sayısını artırırsak? Ortamda elli tane Mehmet varsa ve gecelerini gündüzlerine katıyorlarsa? O zaman bakışınız değişir mi?
Üzerine ek olarak, gerçek sebeplerden (ki çok nadirdir) veya dandik üst yönetimden (çok daha yüksek olasılık) ortada yetişmeyen bir iş varsa ve yukarıda iş dediklerimiz, bu büyük yetişmeyen işin parçalarıysa? O zaman ne düşünürsünüz?
Eğer içinizde bir “iki tarafa çekiştirilme” hissiyatı yaratabildiysem, amacıma ulaşmışım demektir.
Filmi tekrar oynatalım ve kamerayı iyice geriye çekip büyük resme bakalım.
Ortamda 20 Mehmet (Mehmet, Mehmet2, Mehmet3, … , Mehmet20) ve bir tane Ahmet var. Ortada “yetişmeyen” bir proje var. Takımın da Hasan Düdük isimli bir müdürü var ve kendisi düdük.
Hasan, bir miktar teknolojiden anlamasına rağmen, hiçbir zaman yıldız yazılımcı olmamış. Müdür olup, kendisini “kaynayan kazan”dan kurtarmış. Kendisine zamanında yapılan baskılardan, “o zamanlar” şikayetçi olmasına rağmen, “bu işler böyledir”e bağlamış müdür olunca. Projenin tehlikede olduğunun farkında. O koltuktan da, tekrar kaynayan kazana düşmeyi hiç istemiyor. Bütün bunlar, onu mükemmel bir düdük yapıyor.
Projeyi kurtarma yöntemi olarak, aklına gelen yöntem baskı ve fazla mesai. Bu baskı ortamında, insanları ne kadar çok çalıştırabilirse, o kadar verim alacağını düşünüyor.
Bir korkusu daha var. Zaman zaman ortada dolaşan Genel Müdür Yardımcısı. Bir yanıyla, ne kadar baskı yaparsa yapsın, işin bitirilmesinin gerçekçi olmadığının farkında. Ama, ya gün gelip de iş patladığında, GMY “Tabi olmaz, gayret göstermediniz ki, sen bu adamları çalıştıramadın ki!” derse?!? İşin ucunda, koltuktan kazana düşmek var. Ne yapmalı? Herkes çalışmalı! İş patlayınca, koltuğu ancak “Gece gündüz çalıştık, ama olmadı ne yapalım sayın GMY?” diyerek kurtarabilir.
Tabii, gayet yazılımcı yazılımcı oturup işine bakarken, bir gün aniden “kutsanıp” müdür olduğu için, yazılım yönetimi, yazılımcı yönetimi, proje yönetimi, risk yönetimi konularında, her yazılımcı kadar bilgisi var: Hiç! Dolayısıyla, projenin risklerini yönetecek, planlamasını yapacak, projelendirmesini düzenleyecek ve bunu GMY (ve üstüne) savunacak durumda değil. Savaş alanında silahsız…
Ortama bakıyor. Çok güzel. Yirmi Mehmet, her biri birbirinden çalışkan Mehmet, deli gibi çalışıyor. Kendini rahat hissediyor. “Nasıl olsa, GMY de görüyor bunları” diyor.
Tekrar filmi durduruyorum.
Ufak bir hesap yapalım arada. Ahmet, haftada iki parça iş yapıyor ortalamada. Bir Mehmet ise, iki haftada bir parça iş yapıyor. Ancak, bu bütün hikaye değil. Ahmet’in yaptığı iş, bir daha geri gelmiyor. Mehmet’in yaptığı iş ise, üretimde aksaklıklar çıkartıyor. O zaman da Mehmet, bir hata ayıklama işine giriyor ki, bazen tek hata bir haftasını alıyor. Buradan oluşan maliyeti de hesaba katarsak; Ahmet yaklaşık sekiz kat daha verimli çalışıyor.
Her Mehmet, 100 TL maaş alıyor. Ahmet ise, 150 TL maaş alıyor.
Ahmet üretkenlik olarak, ekibin çıkarttığı toplam işin yaklaşık yüzde otuzunu tek başına çıkartıyor.
Oynatalım filmi…
Hasan şu durumun farkına varıyor: Ahmet mesai sonunda evine gidiyor! Gün içinde mola veriyor. Bazen öyle oturup havaları seyrediyor. Ekranına baktığında, sıklıkla haber siteleri görünüyor.
Ya bunların GMY de farkına varırsa? Ya takım arkadaşları?
Korku sarıyor Hasan’ın içini. Tüm düdüklerin içini sarıp, kontrolü ele geçirdiği gibi, korku, onun da kontrolünü ele geçiriyor. Artık, yapması gereken şey işin başarılı olmasını sağlamak değil, kafasının içini kemiren korkuyu durdurmak. Biraz sonra yapacağı tartışmayı, aslında Hasan bu noktada kaybediyor — yani en azından rasyonel düzlemde kaybediyor.
Ahmet’i odasına çağırıyor. Evet düdük ama, baştan haksız olduğunu aslında içten içe bildiği bir tartışmayı herkesin önünde yapacak kadar da düdük değil.
Ahmet: “Buyrun Hasan bey.”
Hasan: “Ahmet, sen ne yapıyorsun? Herkes deliler gibi çalışıyor. Projenin tehlikede olduğundan haberin var değil mi?”
Ahmet: “Var tabi Hasan bey ama…”
Hasan: “Madem var, neden sen de projeyi yetiştirmek için gereken çabayı herkes gibi göstermiyorsun? Hadi bana saygın yok, mesai arkadaşlarına da mı saygın yok?”
Ahmet: “Estağfurullah Hasan bey, ama konunun saygıyla…”
Hasan: “Sözümü kesme! Yaptığın kabul edilebilir bir şey değil! Sen de, herkesin gösterdiği kadar çaba göstereceksin o kadar! Anlaşıldı mı?”
Ahmet: “Anlıyorum Hasan bey, ancak ben ancak bu şekilde verimli…”
Hasan: “Anlıyorum diyorsan, gereğini yapacaksın! Şimdi yerine dön. Bundan sonra diğer arkadaşların kadar performans ve motivasyon bekliyorum senden! Göreyim seni!”
Ahmet (teslim olmuş bir şekilde): “Tamam Hasan bey.”
Ahmet, aynı anda damdan düşmüş ve başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetmektedir. Hem kendine güveni sarsılmış, hem de hiç haketmediği bir fırçayı yemiştir. Tam olarak neyi yanlış yaptığını anlamış değildir; şu anda ne yapması gerektiği hakkında da bir fikri yoktur. Yerine döner, ellerini klavyeye koyar. Önce kafasının içini toparlaması gerekmektedir.
Hasan ise, içini kemirmekte olan korku canavarını bir sefer daha yemlemiş olmanın rahatlamasını yaşamaktadır. Haddini bildirmiştir çünkü Ahmet’e! Takım oyuncusu olmamak da neymiş? Ahmet’in hepimizi böyle yarı yolda bırakmaya ne hakkı mı varmış? Görevini yapmış olduğuna, kendisini zor da olsa inandırır.
Kestik tekrar…
Şimdi, burada Ahmet’in ne yapması uygun düşer?
Şöyle bir gerçek var: Aslında Ahmet, zaten çalışabileceği en verimli şekilde çalışıyordu. Yani, proje kısa vadeli bir şey olmadığı için, gereğinde dinlenip, gereğinde iş yaparak ve yaptığında kaliteli iş yaparak takımına verebileceği maksimum faydayı sağlıyordu. Ormanda sekiz kaplan gücündeydi hem de.
Ahmet eğer kendi çapının ne olduğunu bilecek kadar tecrübeli bir adam değilse, kendisini suçlu hisseder. Herkes gibi iş yerinde kalmaya başlar. Bunun sonucunda, hem verimi düşer, hem de üretim kalitesi. Bunlar düşünce, morali de bozulur. Hem iş dışındaki saatleri azalır, hem de yaptığı işten bir tatmin bulamaz hale gelir. Bunun sonucunda, artık o takımda kalamaz. Şirket içi/dışı, ülke içi/dışı göç yolları açılmıştır artık Ahmet’in. Belki de olduğu gibi bu işleri bırakır; hatta o da Hasan Düdük gibi kısa yoldan müdür olmanın yollarını arar hale gelir. Yani, ya beynin işe yarayacağı bir yer aramaya çıkar, yada beyni olduğu gibi kapatır…
Eğer yeterince tecrübeye sahipse, mücadele yolunu da seçebilir Ahmet. Ne yapabilir? Hasan ile tartışabilir yeniden. Zamanını, işini düzgün yapmak yerine, kendi iş yapma tarzını savunmaya çalışmakla geçirir. Bu yolun da sonu, muhtemelen şapkayı alıp gitmeye çıkacaktır.
İşin kötü yönü şudur: Yöneticiler, hatta işin müşterileri açısından, Mehmet’ler daha kıymetli adamlar oluverirler. Çünkü onlar sadıktır. Baskı altında bir yere gitmezler. Çok çalışırlar, çok emek verirler. Emek kıymetliydi ya… Hem, iyi çalışan şeyler göze batmaz. Ahmet’in yaptığı işler kısa sürede yapılabildiklerine göre, kolay şeylerdi zaten öyle değil mi? Yapılması uzun olan şeyler… Esas zor olan işler onlardı zaten, öyle değil mi? Onları da Mehmet’ler yapmaktadır. Demek ki… Bu Ahmet zaten faydasız bir adammış canım!
Oynatalım kaldığımız yerden…
Öyle, yada böyle, Ahmet bir dönem sonra takımdan ayrılır. Takım, gerçekte inanılmaz bir güç kaybına uğramıştır. Ama nedense, herkes pek memnundur bu durumdan. Hasan memnundur, çünkü başarısızlığın artık kaçınılmaz hale geldiğinin farkında değildir; hem de çekişip durduğu ve “laftan anlamayan” Ahmet artık yoktur. Mehmetler ise, canhıraş bir çalışma götürmektedir. Koltuk sağlama alınmıştır artık.
Ya Mehmetler? Onlar da memnundur işin ilginci. Her ne kadar çoğu kendisine bile itiraf edemese de, Ahmet’in yanında sönük kaldıklarını bilmektedirler çünkü. Bir gün bir şekilde onunla karşılaştırılmak, hatta normun Ahmet’e göre ayarlanması riski — yani aynı performansın onlardan da beklenmesi riski — onları da acayip korkutmaktadır. Üstüne üstlük, onlar gece yarılarına kadar çalışırken, Ahmet kaç kere kaçıp gitmiştir utanmaz… Hoş, “zılgıt”ı yedikten sonra o da kalmıştır ama, ızdırapta eşitlik sağlanamamıştır. Zaten Ahmet, halı saha maçlarına da gelmek istememiştir. Artık hep birlik olmuşlardır, ne güzel…
Hasan beyin takımı olmuşlardır.
Kestik…
Gördük mü hikayemizde yazdığımız dört maddenin bir arada oluşturduğu patlamayı?
- Kötü yönetici? Var. Hasan Düdük.
- Sonuca değil, emeğe kıymet verme? Var.
- Izdırapta eşitlik prensibi? Var.
- Başarısızlığın “esas plan” olması? Var.
Bunların hepsini karıştırınca, olanlar oldu işte.
Bu durumla ilgili şöyle bir toparlamayla kapatmak istiyorum:
Zeki, yetenekli ve verimli insanların, herhangi bir şeye doğuştan başkalarına göre daha fazla hakları yok. Ancak, eğitim hayatı boyunca, önceliği sınavlarla ve elemelerle, hep bu insanlara veriyoruz. (Sınavlara hile karışmadıkça.) Bunu neden yapıyoruz?
Bunun bir tek cevabı var: Yatırımı en yetenekli insanlara yapmak, toplum faydasına olduğu için. Yani, aramızdaki en zeki, en yetenekli adamları toplayıp, onlara en iyi eğitimi verirsek, sonuçlar bütün toplum için daha yüksek fayda getirecektir de onun için. Nokta. Başka sebep aramayın. Bulamazsınız.
Adamı alıyoruz. O sınav, bu sınav. En iyi liselerde, ardından en iyi üniversitelerde okutuyoruz. Bazılarını yurt dışında bile okutuyoruz. Bunların içinden yazılımcı olmayı seçenler de, “yıldız yazılımcı” oluyor.
Sonra?
Sonra, rezillik. Okul bitene kadar süren özel muamele, 100 yerin 99’unda (belki de hepsinde) işyerinde bitiveriyor. Ondan nasıl en yüksek faydayı elde edeceğimizi hesaplayacağımıza, onu ortalama insan kalabalığına nasıl benzetebileceğimizin planını yapıyoruz. Sonra da bu planı mükemmelen uyguluyoruz.
Sonuç?
Beyin göçü.
İşte bundandır ki, Türkiye’de Hasan Bey’in takımı olur. Ama beyin takımı olmaz.
Yasin Durgun der ki
Tam bir başucu eseri…
nihalokur der ki
Vurucu başlığa sahip vurucu bir yazı, teşekkürler. 🙂
Emrah Eker der ki
Cok dogru tespitler iceren harika bir yazi olmus. Ellerinize saglik.
Osman Un der ki
Sektorun maalesef kanayan yarasini gozler onune sermissiniz. Ellerinize saglik.
Ziya der ki
Esasen Ahmetler 30 ların ortasına geldiğinde, hasanlarada mehmetlerede bağışıklık kazanmış oluyor.
Siraceddin El der ki
Çok yerinde ve manidar tespitler. Yazılımcıların kapasitesi ve çerçevesi hakkında fikir sahibi olamayan yöneticilerin, iş verenlerin, takım arkadaşlarının, bilişimle uğraşan bilimum insan topluluğunun okuması ve değerlendirmesi lazım. Elinize sağlık.
A. Burak Erbora der ki
Muhtesem tespitler! Tebrik ederim.
hüseyin der ki
Yazı tek kelimeyle ŞAHANE ama mehmetlerin çok olduğu bir ülkede bu yazıyı anlıyıcak insan sayısıda çok azdır sanırım…
ülkedeki insanların %98’i üretmiyor anlıyoruz kardeşimde DÜNYANIN NERESİNDE ÜRETENİ ÇEKEMEMEZLİK BU KADAR FAZLA!!! biri bana bunu açıklasın…
ama biz boşa çalışmayı ,boşa çalışırkende konuşmayı seviyoruz…hadi biraz daha konuşalım,Ahmetlerin çalışma şevkini kıralım,kıralımda amerikalı gelsin hiçbir iş yapmadan bizim alın terimizi cebinde götürsün…Hasanlarda uzun vadede avucunu yalasın…:)))
Ersan Bilik der ki
Yaşar Abi çok güzel yazmışsın gene ama Ahmet’in de suçu var.
Ahmet çabuk vazgeçiyor. Ya şapkayı alıp gidiyor ya da ortama uyuyor. Ahmet’in 3. bir yolu yok mu?
Bana göre var.
Sebaat ve Sabırla doğru bildiğini okumak. Onlar bana benzeyecek, ben onlara değil diyecek, inat edecek.
Yani Mustafa Kemal’de tüm tershanelere girilmiş, bütün ordular zaptedilmiş, e ben n’apim demedi?
Ahmet 1 tane bile olsa ormanda 8 Aslan gücünde, dolayısı ile vazgeçmemeli. Meydanı “ortalamalara” bırakmamalı.
Sevgiler,
Salih Bilgin der ki
Okullarda ders olarak okutulmalı bu tespitler. Yıllardır verdiğim savaşı özetlenmiş.
Tebrikler.
Rosetta der ki
Yazılım teknoloki alanında Türkiye inanılmaz geride. Teknoloji daha cok afişlerde reklam amaçlı kullanılan birşey olarak görülüyor. Brezilya gibi 3.dünya ülkesi dediğimiz ülke bile proje hedefleri için “Lua” adında programlama dili geliştirmiş ancak bizdeki gibi sırf reklam olsun diye de yapılmamış, dünya genelinde benimsenmii örneğin iPhone’da oyun geliştirme, Unix programlarının Windows’a uyarlanması alanlarında kullanılmaya başlanmış. Biz ne yapmışız? Zaten her türlü uyarlanabilen Linux’u alıp üzerine Pardus diye OS uyarlamayı marifet saymışız ki Linux ‘u kendi diline uyarlamayı zaten her ülke yapıyor. Brezilya örneği gibi Fransa – Scala (Java’nın sonraki versiyonu) İtalya – Arduino , İngiltere – Raspberry, Danimarka – Ruby On Rails, Çek Cumhuriyeti – JetBrains. Bunlar sosyoekonomik olarak bizden başka düzeyde ülkeler, ancak bizden çok daha aşağıda ülkelerle Wikipedia’da görülebileceği gibi teknolojik makale alanında da inanılmaz gerideyiz. Bu biraz kültürle de ilgili olabilir: Dediğiniz gibi bir mimar bir inşaat yapar herkes seyreder keyifle bakıp “adamlar yapıyor be” der ancak bir odada yazılımla binlerce yol ve inşaat maliyetinde sorunu çözebilecek yazılımcıya boş boş bakar. TV’de futbolcunun ayak ucundaki hareketleri cok önemli zanneder, üzerine hayaller kurar, destanlar yazar ülkenin teknoloji durumunu aklına getirmek istemez.
Bir diğer sorun, işverenler. Büyük coğunluğu Mehmet Çalışkan ‘a iş verirler, Sonra yazılım biryerinden şişip patladı mı Ahmet Yıldız’a işleri düşer ancak Ahmet’ten çok ütopik şeyler beklerler, 2 günde hokus pokusla halletmelerini isterler. Yürümez tabi. Sonra ne yaparlar gider SAP, Oracle veya o ayarda “kurumsal” firmalara tomarla para döküp soırunu hallettiklerini zannederler.
Burak Arslan der ki
Güzel bir yazı olmuş, öncelikle bunun için teşekkürler. Türkiye’de insan kaynakları süreçleri, uyguladıkları ölçme ve değerlendirme yöntemleri gerçekten kötü. Bunun üstüne işe girdikten sonra verilen eğitimlerin yetersizliği ile yöneticilerin coaching ve team building yapamamaları eklenince ortaya yazılım üreten değil çok değerli insan kaynağını tüketen şirketler ortaya çıkıyor. Bu yüzden de ortalamaların hüküm sürdüğü şirketlerde çalışıyor, insanların severek alacağı, kullanacağı ve bizim de varlığından gurur duyacağımız şeyler üretmektense değerli zamanımızı vasat şeylerle uğraşarak harcıyoruz. Gerçi amaç ortaya güzel şeyler çıkartmak da değil. Amaç aşağıdakiler için yukarıya çıkmak, yukardakiler için ise ne pahasına olursa olsun mevkiyi savunmak. Bunun tek aracı da ortaya “şekilli” bir şeyler çıkarabilmek. Zira bir şey parladığı zaman herkesin aklı gidiveriyor; fonksiyon, fayda, performans gibi şeyler bir kenara atılıyor. Çünkü parlayan şeyi satması kolay. “Bu kod %10 verimli çalışıyor” cümlesi kimsenin umrunda olmazken “Dünyada İlk defa hesap makinesine tetris ekleyen biziz” cümlesi kulağa çok daha hoş geliyor. Sonra gelsin payeler, ödüller, plaketler… Bunun ne işe yarayacağı, kime ne fayda sağlayacağı kimin umrunda?
Bu döngü neticesinde Hasan Düdük bey GMY oluyor, onun yerine Mehmet geçiyor. Bu ödüllendirme onların yönetim stillerini, iş yapış biçimlerini doğruladığı için artık buarabet döngüsü bir norm haline geliyor. Garibim Ahmet de ya bu diyarlardan gözüyor, ya da karanlık tarafa geçip sürünün bir parçası oluyor.
Deniz der ki
Tüm hislerim ve acı tecrübelerim fazlasıyla özetlenmiş ne yazık ki. Kabullenip alışıyorsun zamanla elden bişi gelmiyor. Ellerinize sağlık.
İsmail Ş. der ki
Başlığı anlamadım çok saçma geldi. Ama içeriği okuyup yazının sonunda başlığı tekrar görünce beynimde bi “cuk” sesi duydum.
Bi yazılımcı olarak, anlatmak isteyip de hep Hasan beyin orasında söyleyecek bişeyi olmayıp kalan Ahmet gibi kalıyorduk. Güzel açıklama. Ellerine sağlık
Seyfi der ki
Herkes kendini ne kadar da Ahmet görüyor değil mi 🙂
YAZILIM MUHENDISI der ki
yöneticiysen insanları yarıştırıp kalıba sokmayacak kendi çalısma kültürünü benimsetip ortak hedefe odaklayacaksın bu yazıda insanları yarıstıranolmayalım önemli olan o işe ne kadarını katabildiğidir hasan su kadar ahmet bu kadar dıyerek ınsanları bırbırıne kırıdırıp takım çalısmasını zayıflatacak söylemlerden uzak durulmalı. Scrum uygula takım butunlugu için bilgi paylasımını destekle ek eğitim aldır ınsan oğlu bu kımse zupermen değil tekrar telkrar ilan açıp 100 kişiyle görüşmeye gerek yok alacaksın işleyeceksin takımın ayarını saglayacaksın adam ara yuzden hoslanmıyorsa sevdiği yere vereceksın yazılım mühendisliği tekniklerini uygulatacaksın değer vereceksin insan ilişkilerine önem vereceksin bakın çilek çilek dedıler tek sineider bi ifade eder mi yada bi sergen bi hagi tek basına yeterli midir yeterli değildir tabii. Saygılar
atarlı yazılımcı der ki
her yönetici lider değildir liderlik cevher işlemek ayrı olaydır ülkemizin sıkıntısı insana değer verilmemesi insanların çabuk harcanmasıdır. Pareire gibi adam harcayan değil Şenol Güneş gibi kömürden elmas değer ureten kişiler oldukca ulkemızde teknolojıde gelişir argede.
Volkan der ki
Farkında mısınız, Mehmet’ler yönetim kadrolarını ele geçirmeye başladı. Şu an çekilen sıkıntıların kaynağı da bu. Hangi sektör olursa olsun, Mehmet’in altında çalışan bireyler Mehmetleşerek çalışmaya devam ediyor. Mehmetleşmeyenler de istifa ediyor veya istifaya zorlanıyor.
Harikulade tesbitler, elinize gönlünüze sağlık!
Burak Mehmet Gürbüz der ki
Bu benim son 2 ajanstaki hikayem bu. şaka gibi ama tam manasıyla gerçek.
2.5 ay süre için anlaşılan bir projenin deadline’ına 2 hafta kala işe alınıp projeyi sıfırdan 1 haftada hatasız teslim etmem, boş zamanlarımda şirkete yönetimsel ve işlevsel küçük yazılımlar “hediye etmem” gibi küçük ve önemsiz detaylar kimsenin nazarına takılmadı.
Bunun yerine, defalarca html5 canvas teknolojili bir lego oyununu test etmem, skype’da arkadaşlarımla muhabbet etmem, maaşımın departmandaşlarımdan “bir tık” daha iyi olması gibi durumlar ve üzerine hasan düdük karakterinin bana kafayı takması gibi şeyler birikince işten ilk olarak çıkarılan kişi olup çıktım 3 sene önce.
Budur işte 3 seneyi aşkın süredir freelancer olmamın nedeni…
Hasan der ki
Tek taraflı ve çelişkilerle dolu bir masal olmuş. Beyaz atlı prenses ne zaman gelir? 😉
Irfan der ki
Yazılanların tamamına katılmakla birlikte bu durumun Türkiye ile özdeşleştirilmesini yanış buluyorum.
Onlarca projede Türkiye, Dubai ve Almanya’da çalıştım, Hollanda ve USA’ya danışmanlık şeklinde çalıştım, Türkiye’ye döndüm, hala USA’da bir şirkete çalışıyorum. 150-160 ayrı ülkeden iş arkadaşım oldu.
Maalesef benzer örnekleri Alman/Fransız/İngiliz/Suud’lerin yönetici olduğu şirketlerde de gördüm. Dubai’deki son işimde akşam 19.00’a toplantı koyduklarında, 18.00 de çıktım, “öğlen 3 saat spor salonuna giden arkadaşlar mesai yapsın, ben eve gidiyorum” şeklinde son cümlemi de kurdum.
Yazılımcı, proje ve risk yönetimi bilmeyen insanların yönetici olması sorunu sadece Türkiye’de yok, çalıştığım bir startup’da da parmak izi ile kahve/wc molaları maaşdan düşülürken, öğlen 1 saat mola almayıp çalıştığımız zaman mesainden sayılmıyordu, 9.00-13.00 ve 14.00 – 18.00 arası dakik çalışman bekleniyordu, böyle saçma uygulamalar da var.
Hatta, TR’de çalıştığım bir-iki yöneticim, yurtdışında çalıştığım yöneticilerin hepsinden daha üstündü. İstanbul trafiğine kalmamak için sabah 4’de işe gidip, öğlen 12’de çıkabildiğim bir işim sadece Türkiye’de vardı. Yurtdışı şirketlerde bu derece bir opsiyonu sağlayan şirket bulmanız zor.
Yazılım şirketlerinde performans ölçümü cidden çok zor, “Çözülmesi gereken sorun mu zor, yoksa çalışan arkadaş mı yeterince deneyimli değil?”, sorusunun cevabı “Hasan Düdük” için sır, dolayısıyla bahsedilen “şekilci” yaklaşıma dönüşüyor.
Bu arada Türkiye’de yatan IT çalışanı çok fazla, çoğunluğumuz tembel. TR’de 2 sunucu için 3 SysAdmin varken onlarca/yüzlerce sunucuyu (production’da 300+ sunucu) 2 tane adam yönetiyor. Insanlardaki tembellik şirketlerin daha fazla iş gücüne ihtiyacı olduğu düşüncesini ortaya çıkartıyor, sonra 2 http, 2 db server için (tüm şirket 25-30 server) 60 insan çalıştırılıyor. Halbu ki 15 tane “çalışkan” insan 2x maaş ile çalışsa üretkenlik artar.
Toparlayacak olursak, TR’de nadir de olsa çok güzel bilgili yöneticiler var, bu yöneticilerin sayısı ürettiğimiz yazılım hacmi ile doğru orantılı.
Hasan der ki
Aynı durum güvenlik sektörü içinde geçerli. Düdük adaşlarım mesaiye geç geldiği halde müdür düdük beyin koşup kapısını açtığı için yıldız oyuncu olur. Siz yıldız oyuncunun açıklarını kapamaktan işinizi yapamamadığınız için teneke ilan edilirsiniz. Çekip gittğinizde olaylar gelişir. Makalenizin tek beğenmediğim kısmı müdür düdük’ün Hasan olması.
Yazılımcı der ki
Yazı çok güzelmiş.
Bir ek yapayım;
Bazen de projede problem ya da tehlike olmaz ,
Fakat bazen GMYnin pencerisine konan takımda öncelikle “emeğe saygı” duyan kuşlar olur.
Bu durumda yıldızlara “Sen yıldızsın ben biliyorum, Makale oku, dinlen, molalarını aksatma fakat bizi anlamayanlara dikkat et demek gerek.”
İşte Türkiye! Beyin takımı olma dileğiyle.
Ismini vermek istemeyen yazilimci der ki
Duygularima tercuman oldunuz.
Yazılımcı der ki
Tamam bende yazılımcıyım da bu biraz taraflı bir yazı olmuş. Hadi Mehmetlerden bolca var sektörümüzden. Gerçekten soruyorum size Ahmet gibi kaç kişi gördünüz yazılım camiasında? 15 yılı devirdim ve benim açımdan 1 elin parmağını geçmiyor. Genelde yazılımcılarda bolca süre verip sonrada verdigim sürede yetiştirdim olayı hakim ki onu bile yapamayan bolca yazılımcı var. Ayrıca ilk başta rahat olup son ana bırakma olaylarıda ayrı konu. Bu da madalyonun diğer tarafı. Özellikle ülkemizde bu böyle. Kaç yerde çalıştım hepsinde durum aynı.
Baskısı olmayan geliştirici der ki
Modern beyin takımı köleliği yapılıyor aslında. Enteresan..
asosyalemekci der ki
Otuzların ortasında bağışıklık geliştiği kesinlikle doğrudur. Bunun sonucunda da özgeçmişte karartılmış süreler ortaya çıkıyor. Orta ölçekte (100-300) personeli olan iki büyük, birçok da küçük/küçücük şirkette çalıştım. Ama özgeçmişte yer almaz çoğu, serbest çalıştığım dönemdir onlar 🙂
Ahmet modeli azdır gerçekten, bunların büyük bir kısmı da vazgeçer, ya hasan olur, ya mehmet rolü yapar, ya da amerikalının beyin takımına transfer olur.
Biz düşünerek, tasarlayarak yapmıyoruz; aksine deneye deneye öğreniyoruz. Yazılım işinde de bu böyle, işletmecilik, kaynak yönetimi alanlarında da. Aynen soyutlama yeteneği gelişmemiş ilkel primatlar gibiyiz.
Daha çok vakit var bence. Yıldızlara sabır diler, Yaşar hocaya hürmetler sunarız bu eseri için…
Stack Overflow der ki
Sanırım yazınız sektördeki bir çok meraklı ve işini severek yapan yazılımcıya bir nebze olsun bizi de anlayan birileri varmış hissiyatı oluşturmuştur.
7 yıldır sektörde uzman olarak çalışıyorum. Farklı title’larda birçok firmada çalıştım. Fakat bu iş Türkiye de bitmiş vaziyette. Hiç kimse gerek maddi olarak gerekse psikolojik anlamda hakkettiğini alamıyor. CRUD işlemlerinin yapıldığı ve aslında yazılım geliştirmekten ziyade sadece yazılım konfigürasyonlarının yapıldığı bir hal almış vaziyette. Her alanda olduğu gibi bu sektörde de sadece tüketen bir zeminde ilerliyoruz.
Yazmaya devam etsem belki de sayfalarca yazabilirim. Fakat artık bıktım. Ne yazılım sektörü ne bu ülke zerre miktar umrumda değil. Bu işi bırakıcam artık. Gidip dönerci dükkanı açsam kafam inanın daha rahat eder. En azından eve geldiğimde özgür bir şekilde yazılımla uğraşabilirim.
Benim sizden istediğim şu çok bilmiş fakat bir o kadarda niteliksiz IK personellerinin yazılım sektörünü nasıl bok ettiklerini kaleme almanız. Firmalar nitelikli eleman bulamadıklarından dolayı dert yanıyorlar fakat eleman elemenin ilk aşamasını bu bik bik öten IK personelleri yapıyor.
Bugün çoğu yazılımcı artık bu isyan sinyallerini vermeye başladı. Kimseninde yapabileceği birşey yok. Sonuçta hayatı devam ettirmek için çalışmak zorundayız. Fakat gelinen nokta son 4-5 senenin eseri. Yazılım elemanı seçiminde niteliksiz IK personeli problemine de acil çözüm bulunması gerekiyor. Hatta nitelikli bile olsa ilk görüşmeyi teknik bir kişinin yapması gerekir.
Mustafa der ki
“Kaynayan Kazanların” daha çok Mehmet Çalışkan’lar üretmemesi dileğiyle 🙂
Demir Görkemli der ki
Maşallah herkes Ahmetmiş haberimiz yok 🙂 Mehmet yok mu hiç yorum yapacak?
Erdem Yurdanur der ki
Yazinizda parmak basmaya calistiginiz nokta gercekten cok onemli ancak cok fazla genellemeler yaparak dusuncenizi aciklamaya calismaniz bence cok da dogru olmamis.
Oncelikle bu sorun sanki sadece yazilim sektorunde olur gibi yazmissiniz. Yazilim sektorundeki tum sirketleri ve kurumlari da sanki birbirinin kopyasiymis gibi yazmissiniz. Her sirkette sanki daha cok Mehmet, daha az Ahmet var gibi bir varsayim ile hareket etmissiniz. Ayrica her sirkette sadece Hasan Duduk gibi yoneticiler oldugunu varsaymissiniz. Bunlarin tamami da Turkiye’de olur, baska ulkelerde olmaz gibi yazmissiniz.
Yukaridaki genellemelerin tamaminin gecerli oldugu, bazilarinin gecerli oldugu ve hic birinin gecerli olmadigi bir suru sirket hem Turkiye’de hem de dunyada bircok ulkede bir suru sektorde var.
Herhangi bir sirket ya da kurum, hatta devletin en tepesindeki kisinin bakis acisi ve yonetim kulturu cogu zaman en belirleyici etken olabilmektedir. Ne demek istedigimi su anda Turkiye’nin basindaki sadece 1 kisinin ulkeyi nereye getirdigine bakarak anlayabilirsiniz. Ulke seviyesinde yapilabilen bu durum sirket seviyesinde haydi haydi yapilabilmektedir.
Ama konuyu dagitmamak adina, sadece yazilim sektoru ile sinirlandirarak konusmak gerekirse, basarili ve basarisiz sirketleri kiyasladiginizda, en temel farkin sirketin basindaki kisinin bu sektordeki tecrubesi, becerisi, bilgisi, kisiligi, karakteri, ego yonetimi, sirketi tasimak istedigi yer ve hedefler konusundaki tutarliligi ve istekliligi, bu hedefe giderken ekip ruhuna olan inanci ve ekibi yonetebilme kapasitesi gibi daha bircok parametre cok belirleyicidir. Hasan Duduk gibi IT yoneticilerinin oldugu sirketlerin bir cogunda, bu IT yoneticisinin bagli bulundugu GMY ya da GM’nin yukarida saydigim yeteneklerinin sorgulanmasi gerekir. Cunku Hasan Duduk’lerin yonetici olabildigi sirketlerdeki ust yoneticilerin de ismi muhtemelen Avni Zurna ya da Ali Borazan’dir. Bu sirketlerin basarili olmasi genelde cok mumkun degildir, basarili gorunenler muhtemelen sektor disi baska bir sekilde para kazanip hayatlarini surduruyorlardir.
Basta sizin de dediginiz gibi yazilim sektoru esneklik ve uretkenlik kavramlarinin esas oldugu bir sektor. Bu sektorde Ahmet Yildiz’in mutlu olarak calisabilecegi bir is bulmakta zorluk cekmesi bence mumkun degildir. Eger zorluk cekiyorsa Ahmet’in kendisini de sorgulamasi ve aslinda kendisinin de bir cesit Mehmet olup olmadigini anlamasi iyi olur. Su ana kadar yazilmis yorumlara bakinca zaten herkesin kendisini Ahmet gormesi de bosuna degil. Kendisini Ahmet zanneden Mehmet’lerin her yoneticiyi Hasan Dusuk gormesi de ciddi bir olasilik dahilindedir zaten.
Iyi bir yazilimcinin en buyuk ozelligi sorunlara en etkili cozumu bulabilmesidir. Buna kendisi icin en dogru calisma ortamini bulmak da dahildir, hatta en onceliklisidir. Bazi Ahmetler bunu yurtdisinda bazilari yurticinde bulabilir, bazilari baska sirketlerde bulabilir bazilari kendi isini yaparak bulabilir. Ama mutlaka bulur. Bulamiyorsa kesin olan tek sey Ahmet Yildiz olmadigidir, hatta Mehmet Caliskan bile oldugundan suphe duymak gerekir, muhtemelen aslinda o Hakan Tembel’dir.
Bu arada bu satirlari yazan ben, yurtici ve yurtdisinda, yazilim sektorunun en altindan en ustune her seviyede 26 yillik tecrubesi olan bir yazilim emekcisi ve patronuyum. O yuzden derim ki genellemeler yaparak baskasini elestirmeden once kim oldugunuz konusunda biraz kafa yormaniz size hayatta daha cok mutluluk getirebilir.
Önder Küçükural der ki
Bir önceki yorum hoşuma gitti. Erdem Yurdanur “Kendisini Ahmet zanneden Mehmet’lerin her yoneticiyi Hasan Duduk gormesi de ciddi bir olasilik dahilindedir zaten.” demiş ve çalışanların öncelikle kendilerini tanımaya yönelmeleri gerektiğini söylemiş.
Ama yazıdan anladığımız kadarı ile konu aynı zamanda yönetimsel ve organizasyonel bir sorun ile alakalı. Bu kurumları tasarlayan kişilerin Safkan’ın anlattığı meseleye önem vermeleri gerektiği açık. Bu meseleyi görüp, gerekli değerlendirmeleri yapıp, buna müdahale etmeleri gerekiyor. Kendimizi tanımaya çalışarak bu kurumsal meseleyi nasıl hali yoluna koyabiliriz? Hatta memleketin derin sorunlarını nasıl çözebiliriz. Biryandan evet Erdem Bey doğru söylüyor; herkes kendi bahçesini düzeltse tüm dünya şenlik olur ama ne yazık ki pratikte olan bu değil. Bazı insanlar firmalar kurmaya ve insanları onlara rağmen yönetmeye devam ediyorlar.
Yaşar Safkan’ın bahsettiği sorunu çözmek kabul etmeli ki çok köklü bir değişimi gerektiriyor. Değişimin başlayabilmesi ne yazık ki öncelikle bireylerin içinde bulundukları durumdan rahatsız olmaları ile mümkün. Hatta değişim için insanlar kafalarını kaşıyıp, “biz nerede hata yaptık?” ya da daha önemlisi “biz ne yapıyoruz?” sorusunu sormalılar. Şayet ortamdaki temel aktörler bu soruyu sormuyorlar ise değişim nası başlayacak? Yani herkes düzenden memnun ise bu iş nasıl olacak. Anladığım kadarı ile bu soruyu sormaya aday tek kişi Ahmet Yıldız ve biraz akıllıysa ve sonuçlardan rahatsız ise firma sahibi ya da Genel Müdür. Bu temel soruların sorulmaya başlanması ile ilgili başka düşüncelerim de var ama bunları başka bir mecraya saklıyorum 🙂
Hafiften Ahmetimsi der ki
Çalışkanların ve düdüklerin anlayamayacağı, anlarsa okumaya katlanamayacağı, %100 gerçekçi bir yazı olmuş.
Elinize sağlık.
Esat der ki
Guzel yazi ustadim, istifade ettim.
Peki Ahmet gibi olmaya çalışan halis niyetli Mehmet’ler ne olacak? Bir çok kisi bu konuda doğru ile yanlışı ayırt eder zannediyorum fakat şirket kültürü veya yöneticilerin yanlış yönlendirmeleri sonucu mesleki gelişimlerinde hedeflerine ulaşamaz ve bildiği yoldan işini yürütmeye bakar.
Mehmet’den Ahmet’e dönüşümü yazsanız bir gün de?
Murat der ki
Bu yazıyı çerçeveletip asmak istiyorum. Gerçekten tam anlamıyla 12’den vurmuş, ellerinize emeğinize sağlık.
Selim der ki
“Yani, iş makinası varken, kürekle çukur kazan adamın yaptığının kıymeti yoktur. İş makinasının beş dakikada açacağı çukuru, kürekle sekiz saatte açtıysa, yaptığı iş daha değerli değildir.”
Yukarıdaki ibareye 2 sebepten katılmıyorum,
1- Eğer iş makinası maliyeti yerine kürek tercih edilerek bir cost saving yapılıyorsa aynı değerde işi çıkarmak için denkleme dahil olan kısım emek oluyor güzel kardeşim. Aradaki gap’i emek kapatıyor. Ha verimli bir durum mu o tartışılır ama emeğin denklemdeki yeri göz ardı edilemez.
2- Süreçler sonuçlardan çok daha öğretici oluyor. Süreci ideale yakınsayacak şekilde dizayn ederseniz başarılı sonuç tesadüf olmaktan çıkıp kaçınılmaz oluyor. Yani determinist bir yaklaşımla sebep = süreç sonuç= sonuç. Denklemin output’unu optimize etmek için denklemin diğer kısmında yer alan sürece odaklanmanız gerekir. Emekte sürecin bir parçasıdır, optimum emek verilmeyen noktalar irdelenmeli ve optimize edilmelidir. ( Kürekle kazan içinin maaşının , iş makinası maliyetini bir süre sonra amorti etmesi gibi)