İnanmazsınız, ben gezmeyi seven veya hazzeden bir adam değilim. Değişik yemek yemek umrumda değil. Beyaz peynir ve kaşar peynirimle mutluyum ben. Mekan görmek de çok ilginç değil. Hoşuma giden bir şey varsa, “burada işler nasıl oluyor” diye bakınmak. Sırf onun için de, sıcak yatağımdan çıkıp, sonuçta başka yere vardırıyor olmasa, Cenevre konvansiyonuyla işkence sayılmaktan yasaklanacak uçaklara falan binmem. (Uçaktan zerre korkmuyorum, sadece çok sıkılabiliyorum.)
Mesele, yazılım olayları hakkında “nooluyor bir bakalım” güncellemesi almak olunca, o zaman kalkıp gidiyorum işte. Netekim, kalktık gittik.
OSCON, O’Reilly tarafından düzenlenen bir konferans; pek açık açık yazıldığını görmedim ama, Open Source CONference olduğunu şiddetle varsayıyorum. Bunun ağababası Amerika’da oluyor. Ona “Gidebilir miyiz?” diye baktık ama, gerek süre, gerek bütçe olarak gözümüz yemedi. OSCON’un kendisinin bize (en azından daha yakına) geldiğini öğrenince, gitmeye karar verdik.
OSCON’a katılım ücretli. Konferans toplam üç günlük; üçüncü günde “workshop”lar falan oluyor. “Yemişim workshop’u” düşüncesiyle (para para para diyorum yine) iki günlük kayıt olduk. Ücret -yanılmıyorsam- 900 USD civarında. Kayıt işini aylar öncesinden yaptırınca indirim de oluyor bir miktar.
Konferans, 26 Ekim Pazartesi saat 09:00’da başladı! İnsanlık için erken, yazılımcı alemi için çok erken bir saat. “Aman şimdi kuyruk olur” diye sekiz buçukta gittik. Kayıt işi çok kolay oldu. Email ile gelen QR kodunu kameraya gösterdik. Ekrandaki OK tuşuna basınca, yandaki bir nevi printer’dan kredi kartı boyu ve şeklinde kimlik çıktı. Bunu hazır gelen boyuna takma aparatındaki cebine koyunca, kayıt tamamlanmış oldu. Bu işlerde genelde ufak tefek eşantiyon hediyeler verirler… Üstünde OSCON yazan su şişesi verdiler. İçine bakmadan su doldurmaya kalkanlar kötü bir sürprizle karşılaştılar: İçinde “sabun ve ılık suyla yıkamadan kullanmayın” diyen kağıtlar vardı…
Şişeyi kenara bırakırsak (ki bıraktık) kayıt kolay ve acısız, sıfır kuyrukla gerçekleşti.
Keynote konuşmaları, sabahtan oditoryum’da (büyük bir sinema salonu boyunda) gerçekleşti. Buradaki konuşmalar iyiydi. Mesela, bu durumlarda, konuşma sürelerinin çoğu sinir bozucu şekilde, kişisel ve şirket tanıtımı şeklinde geçer. Burada bunlar minimaldi; yani tanışmanın ötesinde “reklam” tadına varan sinir bozucu bir durum olmadı.
İlk konuşmayı Thoughtworks’ten Rebecca Parsons yaptı. Otuz yıllık tecrübesine ve ne dediğini çok iyi bilmesine rağmen, oldukça heyecanlıydı! Sonraki konuşmaların da hepsinde gözlemleyeceğim, “problem çözmeye çalışan bizden biri” olarak çıktı sahneye. Böylece de anlattı. Aklıma Türkiye’de sahneye çıkan CTO’lar geldi; nasıl oluyorsa, Rebecca Parsons zor problemlerle boğuşan, bizden biri; yerli CTO’larımız ise her şeyi bilen, ununu elemiş, eleğini asmış insanlar…
Arkasından Douglas Crockford çıktı. “Javascript: The Good Parts” kitabının yazarı (ince bir kitap, evet). Ben nedense kitabı okurken, yirmili yaşlarında gençten biri olarak hayal etmiştim. Eee… Pek değilmiş. Bana kendimi genç hissettirdi diyelim. Seif projesinden bahsetti. İyi bir sunumdu yine.
Sırada Nils Magnus vardı. Docker Security hakkında konuşacağım dedi. Ama konuşmadı. Yani içerik olarak pek bir şey olmayan bir sunum oldu. 2/3 oldukça başarılıdır dedik, devam ettik dinlemeye.
Ardından Simon Phipps çıktı. Yeterince açık kaynak derneğimiz ve vakfımız oldu, kurmayın artık, mümkünse olan birilerine katılın dedi bize oldukça etraflı bir şekilde. İnandırıcı da oldu. Bu da oldukça iyi bir sunumdu.
Sam Aaron. Sahnedeki enerjisi inanılmaz. Hepimiz “Raspberry Pi ile ne yapalım?” diye düşünürken, o cevabını bulmuş. Müzik yapıyor. Kodla müzik yapıyor hem de. Canlı demo da yaptı. Enerjisi hepimize bulaştı.
Keynote kısmı tamamlanmış oldu böylece. Öğlen yemeğini beleş OSCON’dan yedik. İnsanlar kaynaşsın diye epey uğraşılmış… Ama yemekler yendi, çok da ötesi olmadı.
Sponsor standlarında bir tur attık. Donanımcılar falan da vardı ama, çok da ilginç bir şey görmedik…
Öğleden sonra Simon Brown’ın “Coding the Architecture” konuşmasına girdik. Mimari yapının ve kararların, kodun içinde bulunmadığı ve buradan çıkartılmasının zor olduğunu anlattı bize. Sonra, koda annotation gibi araçlarla, mimarinin nasıl dahil edilebileceğini gösterdi. Epey doluydu bu oda. Muhtemelen en iyi sunumlardan da biriydi.
Sonra, Jos Boumans ve Bruce Wong’un basbayağı bildiğin kötü olan sunumuna girdik. Oturdurlar sunum boyunca. Okudular. Anlattıkları bir yere de varmadı. Nedense dinleyenleri bir küçümseme havası hissettim. Bunu da “boşver canım” listesine yazdık, devam ettik.
Adam Harvey’nin kriptografik olmayan hash fonksiyonları ile ilgili konuşmasına girdik. Kriptografik olmayan durumlarda, daha hızlı ve verimli hash fonksiyonları ile verdiği uğraşı dinlemek oldukça ilginçti.
Sonra, “Get /better” isimli, Mark Bates’in konuşmasına gittik. Sunum olarak çok güzel ve eğlenceliydi. Kendi hayat hikayesini anlattı. Hem müzisyen, hem yazılımcı olan, ilginç ve eğlenceli bir karakter. Sonrasında, nasıl daha iyi yazılımcı olunur kısmında, her kitapta bulunacak davranışlar listesi verdi. Ben içerik kısmını faydasız buldum. Ama eğlencesine diyecek yoktu gerçekten!
Sonraki saati pas geçtik. Hepsine girilecek diye bir şey yok!
Son saatte, Luciano Ramalho’nun Python’da concurrency ile ilgili konuşmasına girdik. Bu sefer de konu iyiydi, ancak… Ancak, uyudum ben. Ayrıntıda kaybolduk çünkü. Ne yapalım, herkes iyi sunum yapamıyor…
Hoop, ertesi gün oldu. Yine sabahın köründe başladık oditoryum’da, keynote konuşmalarla. Kalite yine epey yükseldi bir anda. Booking.com’dan Stuart Frisby, AB testing meselesini anlattı. Çok etkileyici ve net bir konuşma oldu. Yine “problemlerle debelenen bizen biri” kokusu buram buram geldi…
Sonraki ikisi çok da etkileyici konuşmalar olmadı. Ondan sonraki konuşmadan da ümitsizleşmeye başlamıştım. Ancak Ninh Bui ve Hongli Lai’nin konuşması beni yanılttı. Onlar da oturarak anlattılar, ama anlattılar. Open source üzerine nasıl şirket kurduklarını, yaptıkları hataları, birer birer açık yüreklilikle anlattılar. Konuşmanın bir yerinde bir Gerald Weinberg referansı verdiler ki, “vay be çocuklara bak” dedim kendi kendime.
Son keynote, David Arnoux’un “Growth Hacking” konuşmasıydı. Bizim “tırmalama”, “kazıma” falan dediğimiz yöntemleri anlattı. “İşin başında biraz kötülük olacak, ne kadar olacağına karar vermek gerek” gibi çok da tasvip etmediğim laflar da dedi. Öte yandan dedikleri de doğruydu, ayrı mesele…
Sonra, Tim Messerschmidt’in “Death to Passwords” sunumunu izledik. Password’lerin ne kadar güvensiz şeyler olduğunu, insan faktörünü hesaba katmazsak, başımıza neler geleceğini anlattı. Oldukça başarılı bir sunumdu.
İlginç bir sunum da Devon H. O’Dell’den geldi. Normal şartlar altında, “bug” olarak gördüğümz “race condition” durumunu kullanarak, nasıl yüksek performanslı concurrent sistemler programlayabileceğimizi güzel bir şekilde gösterdi. Yeni ve ilginç fikirlerim oldu bu sayede.
Google’dan Scott Jenson, IoT meselesinde (Physical Web) cihazla sadece bir URL yayınlayarak iletişim kurmanın derdimizi çözeceğini anlattı. Sunum kuvvetli, içerik kısaydı.
Son olarak Tim Berglund’un “Distributed Systems in One Lesson” konuşmasına girdik. Oldukça özet bir konuşmaydı ama, dağıtık sistemlerin önemli noktalarına hızlı bir şekilde dokunup özetlemeyi başardı.
Son saati de pas geçtik. OSCON’un bu kadarı bize yeter dedik…
Amsterdam’a gelince…
“Hollanda başbakanı işe bisikletle gidiyor” diye haber var ya… Cevap veriyorum: “Ya neyle gidecek?” Bisiklet. Bisiklet. Bisiklet. Her yerde. Sessiz katiller. Yolların yanında ayrı bisiklet yolları var. Geldiklerini duyamıyorsunuz. Kafayı bayağı çevirip bakmak gerekiyor. Her yer bisiklet parkı. Bisiklet. Bisiklet. Bisiklet. Bisiklet. Hepsi de aynı tip, bizim taksiler gibi. Hoş, acayip ücayipleri de var. Bebek arabalı. Üstü kapalı. Bisiklet.
Yemek olayı zorlayıcı değil Türk için. Et but sebze var. Süt falan güzel. Bizim parayla kur yüzünden pahalı ama, kazık demek zor.
Kırmızıda geçmek falan bunlarda da var. Orta refüjün üzerinden aşan kamyon da. Çok da kurallara uyulan bir memleket değil yani. Türk’ün Türklüğünü koruyabileceği bir yer yani.
Trene metroya binerken turnike var. Pek güven sistemi yok yani.
Son gün havaalanına giderken, tren geç kaldı. Tabela üç önceki treni gösterdi. Ne olduğu belli değil. Ekstra erken yola çıktığımız için dert olmadı ama, işlerin salla pati olduğunu gösterdi.
Ya “Coffee Shop”, “Red Light District” diyorsanız, ikisi de var evet. Coffe Shop’ın camından baktım. Red Light District’in de metro istasyonuna giderken eteğinden geçtim.
Tren yolları falan bol miktarda graffiti ile kaplıydı. Güzel de değildi bunlar. Sanırım kafa güzelken çok iyi sanat yapılmıyor…
Ha, bir de, “yahu şurada ben de konuşsam konuşurmuşum” hissine kapıldım. Öte yandan, konuşan aşağı-yukarı herkes ya O’Reilly kitabı yazmış, yada sponsor firmadan gelmişti. Belki de üzerinde düşündüğüm kitabı O’Reilly’den mi çıkartsam gibi düşünceler aldı beni.
OSCON seneye Londra’da olacakmış. Bakalım…
Erhun der ki
Yasar Hocam yazi icin tesekkurler, yazida bahsedilen sunumlar Youtube ‘da mevcut ilgimi cekenler:
https://www.youtube.com/watch?v=FHRXPlq9XNw