Amerika yıllarından özlediğim esas olarak iki şey var. Birisi, Coca Cola. Oradaki kola, buradakinden daha az şekerlidir ve -bence- daha lezzetlidir. Ayrıca kutu kola biraz daha büyüktür. Diğer özlediğim şey ise, kitapçılardır. Oradaki kitapçıların bir kısmına, burada ancak kütüphane denir. Kitap ceşidi ve adedi açısından, burada oraya yetişecek kitapçı yok. Hele teknik kitaplar açısından pek yayan kalıyoruz.
Normal kitapçıların yanı sıra, orada bir de “eski kitapçı”lar vardır. Bizdeki sahaf cinsi. Ama, öyle üniversite hazırlık kitapları, dini kitaplarla falan dolu değildir oradakiler. Gerçekten her cinsten eski kitapla doludur; düzenleri de normal kitapçılar gibidir. Benim de öğrencilik ve keza züğürtlük zamanım olduğundan, bu eski kitapçıları pek severdim. Epey kitap almışlığım vardır buralardan. Öte yandan, züğürtlük dolayısyla, epey bir kitabı da kısmen okuyup yerine koymuşluğum da vardır.
Yine züğürt ve soğuk bir günde, bir kitabın önemli bir kısmını eski kitapçının içinde okudum. Bugüne kadar da satın almadığıma hayıflanırım. Kitap, psikolojiyle ilgili bir çalışma… Adını bile hatırlamıyorum. Ancak, ana fikrini ve bunu nerelere kadar ilerlettiğini hatırlıyorum.
Kitapta yazarın esas tezi şu: Hayatta, mutluluğun, başarının ve bir sürü şeyin sırrı, insanın oynamaya değer oyunlar bulmasıdır.
Oynamaya değer oyun…
Üzerinde düşünülmesi gereken bir kavram. Hayatın tamamına oyun demeyi, abartılı bulanlar olabilir. Ama parçalarının oyun olarak nitelendirilmesi, fazla zorlama değil. Bir sürü şeyin kuralları, kazananı, kaybedeni, en azından iyi veya kötü oyuncuları var. Mesela öğrencilik. İş. Evlilik. Bunların dışındaki pek çok küçük oyun.
Oyunları oynamaya değer bulmak için, ya oyunu kazanmak, ya da daha zoru, o oyunu oynamaktan keyif almak gerekir. Hiç bir oyunu oynamaya değer bulmayan insan, nasıl mutlu ya da keyifli olabilir ki? Bir şey yapmak istemeyen, yapmaya değer bulmayan insan, tanım gereği depresyondadır zaten.
Abartıdan korkmayıp, tüm bu oyunların kompozit haline, yani hayatın kendisine de oyun diyebiliriz. Hayat enteresan bir oyundur. İçindeki oyunların kuralları bol olmasına rağmen, hayatın kendisinde kural daha azdır. Başarı şartları da belirsizdir. Dolayısıyla, herkes aynı oyunun içinde olmasına rağmen, farklı kurallar ve başarı şartlarıyla oynayabilir.
Aynı kurallar ve başarı kriterlerine sahip insanlar, birbirleriyle genel olarak anlaşabilirler. Aynı fikirde olmayabilirler elbette, ama birbirlerini anlarlar. Fakat iki tarafın kuralları ve kriterleri farklıysa, aynı fikirde olsalar dahi, birbirlerini anlamaları çok güç olur.
Hayatın kendisi oynamaya değer mi? Bilmiyorum. Ama bana göre, “esas oyun”un adı, öğrenmek, öğretmek, üretmek ve yaratmak. Bunlardan biri veya bir kaçıyla ilgili herkesle, bir şekilde bir noktada anlaşabilirim. Başka oyunlar da var tabii; ama bu oyunu oynamaya değer bulduğum sürece varım.
Oynamaya değer oyun bulamadığım, ya da mevcut oyunların hepsinden bıktığım zamanlar oldu. Neyse ki, kolumdan tutup yeni oyunlar gösterenler ve beni yeniden esas oyuna inandıranlar da oldu.
Şimdi, oyunlarımın kıymetini iyi biliyorum. Zor da olsa, zaman zaman imkansız da görünse, oynamaya devam etmek gerek. Oyunu bırakmak, oynamaktan vazgeçmek kaybetmekten çok daha kötü bir durum çünkü.
Sıra kimdeyse oynasın!
Bir cevap yazın